29 Aralık 2009 Salı

ben uyurken
duvarıma tırmandın
güllerimi yoldun.

ve bütün şikâyetin
sen uyurken
bahçene girenlerden.

21 Aralık 2009 Pazartesi

eskiden hayat hakkında söyleyecek ne kadar çok şeyim vardı. gitgide anlamsızlaştılar ve şimdi söyleyebildiklerim sadece saçmalık ve boşunalık üzerine.

olur da sorarsan, yalan söyleyeceğim. seni inandırana kadar yapacağım bunu.

ama hayır, hayat güzel falan değil...

"En kötüsüyse yeniden başa dönmektir. Hep en başa, o en rezil sokak köpeği yalnızlığına dönersin. Kuyruğundaki pireyi dişlemeye çalışan uyuz bir köpeğin kendi etrafında dönüp durması gibi dolaşıp dururken ölümün etrafında, durmak, dinlenmek, nefes almak yok. Bugün yok, yarın yok, düş yok, umut yok, Tanrı yok, aşk yok. Köpekler gibi yalnız öleceğiz." -Fatih Kaynak (karakalem)

19 Aralık 2009 Cumartesi

"Ben, kötü bir adam değildim; daha doğrusu, hiçbir şey olamadım ben: Ne aksi ne iyi, ne alçak ne namuslu, ne kahraman ne de korkak. Şimdi, kendi köşeme çekilmiş, akıllı olanların hayatta bir iş tutturamayacakları, tutturanların ise aptal oldukları gibi kin dolu ve saçma sapan avuntularla ömrümü geçiriyorum."


-Bazen ne kadar bencil olabiliyoruz değil mi?
-Constance'ın öleceğini ilk duyduğumda ona çok kızdım.
-"Bunu bana nasıl yaparsın?" diye düşündüm...
-"
Başka insanlara ihtiyaç duymanın benim için
ne kadar zor olduğunu biliyordun
."

16 Aralık 2009 Çarşamba

a dream within a dream

biz hiç çocuk olmamışız ki. rüya görmüşüz biz. sonra bi uyanmışız ki elimizde renkli midye kabukları yerine hep bunlar kalmış. kalp kırıklıkları kalmış. pişmanlıklar kalmış. elimizde cevabından korkulan bir sürü soru kalmış. aslında hayat bizi hep inmek zorunda olduğumuzdan bi sonraki durakta beklermiş. kendi kendini gerçekleştiren kehanetlerdenmişiz biz. adım adım en çok korktuğumuz şeye yaklaşırmışız. gerçi, çoğumuz bunları bilmezmiş. farkında olmak; bazılarımızın lanetiymiş. ne yazık ki, onlar ne yaparsa yapsın düzelmezlermiş. sık sık, uzun zaman önce gördükleri rüyayı düşünür; bir akşam hüzünlü bir şarkıyla, puff! diye moleküllerine ayrılırlarmış. öylece havaya karışır, kaybolurlarmış.

15 Aralık 2009 Salı

"throw me a dream please, it's been a dreamless sleep
for such a long time, such a long time"

9 Aralık 2009 Çarşamba

"Bugün öğleden sonra saat ikiden itibaren eşyayı suçlamaya başladım. Önce üzerinden kalkmadığım divan-yatak suçlandı. Sonra tavan ve en sonunda banyo-tuvalet. Bütün düşüncelerimi emip bitirmekle suçluyorum sizleri. Bütün hayallerimi sömürdünüz, gene de doymadınız. Büyük ve güzel şeyler yaratmama yardımcı olmadınız. Büyük bir sağırlıkla, kahredici bir dilsizlikle sustunuz güzelliklere. Geri istiyorum hapsettiğiniz duygularımı, düşüncelerimi. Hepinizi mahkemeye veriyorum: tahliye davası açıyorum. Ne diyorsunuz? Bize bir şey vermedin mi diyorsunuz? Ne yapmışım? Duyulmuyor, hızlı söyleyin. Gülerim saçmalarınıza. Hiçbir güzellik vermemişim onlara. Tavan diyor ki gözler ile benim köşelerimi birleştirdin sadece. Köşegenlerimin kesim noktasının elektrik kordonuna uzaklığını hesapladın. Banyodaki fayansları da, saymışım sadece. Yarım fayansları çıkarmışım, ikiye bölmüşüm... Ben... ben Kant gibi düşünmek istiyordum. Kelimelerle uğraşıyordum ayrıca. Evet, diyorlar hep bir olup: kelimelerle uğraştın. Kelimeleri bölüp durdun: eisen-stein, demir-taş; ein-stein, tek-taş; victor-mature, muzaffer-kâmil. Bunlarla geçirdin vaktini. Önsözler okudun hayalinde: bize yeni bir şey öğretmedin. Kaybettin. Mahkemeyi de mi kaybettim? Mahkemeyi de kaybettin. Mahkeme masrafları, ücreti vekalet filan da mı bana yıkıldı? Hepsi sana yıkıldı. Ben mahkemede sevimli görüneceğimi sanıyordum, benim bu kadar kayıp içinde olmamdan utanırlar da beni daha çok severler sanıyordum. Aldanıyorsun. Burası mahkeme: düşkünler yurdu değil. Sakın kıyameti koparmaya kalkma: mahkemenin manevi şahsiyetine hakaretten de mahkum olursun.

Bir insan eşyayı da suçlayamazsa, divana istediği gibi bir tekme atamazsa insanlığı nerede kalır? Eşya da isyan eder mi insana? İnsan mahkemelerinde eşyalar davayı kazanır mı?"

8 Aralık 2009 Salı

bazen yazdıklarıma bakıp bu da yazılır mı be, yuh diyorum kendime. fotoğrafın kendisine değil de negatifine bakıyormuşum ısrarla gibi geliyor. çabalıyor uğraşıyor gibiyim bazen, sırf bir şeylerin kötü gittiğini düşünmek için, mutsuz olmak için.. belki olduğum kadar olmayı kabullenemiyorum, bilmiyorum, "şöyle olsaydı farklı olurdu"lar belki beni farkında olmadan rahatlatıyor, temize çıkarıyor.. hiçbir fikrim yok aslında. kendimi anlamaktan uzun süre önce vazgeçtim.

bazen de böyle oluyor. içimde bir şeyler yoğunlaşıyor, içimde yağmur doluya çeviriyor ve ben altında tek başıma beklerken, yazdığım ya da yaptığım ya da söylediğim hiçbir şeyi garipseyemiyorum.. beni nasıl gösterdikleri, kendimi nasıl da küçültüp ufacık ve savunmasız bırakabildiğim bile umrumda olmuyor.. kocaman bir dalga alıp götürüyor beni ve kontrol edemeden yönümü, yerimi; kıyıya vurmayı bekliyorum. içimde bir şeylerin daha ölmesini..

kim olduğumdan utanmam gerekir, diyorum bazen.. çünkü hayatta en çok nefret ettiğim şeye dönüşüyorum ben.. aciz birine.. düşünüyorum. adı masum bir "yardım almak"sa gerçekten, gidip almalıyım belki, vücuduma kimyasalları dayayıp iyi hissetmeliyim. yanlış mı? peki nedir doğru olan? sonunda saçma sapan ilaçlara muhtaç hale gelmek mi yoksa bu berbat duyguyla yaşamaya çalışmak mı, zevk alamadığım her saniyesi için kendimi suçlayarak? tek bildiğim, sorunun düşündüğümden çok daha büyük olduğu ve artık bütün hayatıma yayıldığı.. kimseye anlatamadığım, kocaman bir kara delik. hayatımın tam orta yerinde duran ve bütün güzel şeyleri yutan..

bir insan kendine güvenmemeye nasıl başlar? bir sonraki depremde yıkılacağını bildiğin bir evde oturmak gibi.. tek farkı içinden çıkmanın imkansız oluşu.

çok yoruldum..

5 Aralık 2009 Cumartesi

yürüyorduk. çantamı karıştırıp kitabımın arasındaki küçük not kağıdını buldum, nietzsche'ye ait bir şeylerdi sanırım ona okuduğum. anlamasını istediğim bir şeyler vardı, tek başıma kurduğum cümlelerle bir türlü anlatamadığım şeyler. "o kadar mutsuzum ki hayatımda bundan başka hiçbir şeye odaklanamıyorum artık" dedim. sustuk. devam etmek için aklıma gelen cümlelerin hepsi birer saçmalıktı. yürürken kaldırım taşlarının ayaklarımın altında kayışını izliyordum -bunu onunlayken sık yapardım. sonra hafifçe güldü: "tabii, mutsuzluk bir iştir". kafamı kaldırıp ona baktım, dalga mı geçiyor diye. bana, söylediklerimle dalga geçemeyecek kadar benzediğini çok sonra anladım. haklıydı. mutsuzluk ciddi bir işti ve benim işim gücüm mutsuzluktu.