26 Kasım 2010 Cuma

Stéphanie: Why me?
Stephane: Because everyone else is boring. And because you are different. You don't like me, Stèphanie.

10 Kasım 2010 Çarşamba

meraba. bugün canım sıkılmıyor buraya yazarken, düşünecek çok şeyim var. ama canım sıkkın. sigarayı o kadar abarttım ki, kronik öksürük sahibiyim bir süredir. şu an penny sparkle'ı dinliyorum son iki gündür yaptığım gibi; yok, iyi geldiğinden değil, hissettirdiğinden. my sister says no more calling you / it's out of my hand, no more missing you..

hafızasız olmalı insan. vaktim yokken, yorgunluktan geberirken, bişeyler için uğraşırken iyiyim ben. anımsayacak vaktim olmadıkça iyiyim, kendimi bile şaşırtacak kadar. şimdi'mden bahsetmeyeceğim sana, çünkü şimdi'm yorgun olsa da biliyorum bunu sürdürebilirim. hatırladığımda ölür, sonra dirilirim.. mutsuz olmasını istemeye dayanabilirim. şimdi, uyuyunca geçer ki zaten..

18 Ekim 2010 Pazartesi

bugün acil kantininde tek başıma oturmuş sigara içerken, bir anda normalde ismine bile 'saçma sapan' diyeceğim popüler bir şarkı çalmaya başladı ve ben durduk yerde ağlayacaktım neredeyse. karşı masadaki yaşlı teyzeyle amca beni izliyordu, ya da bana öyle geliyordu. sonra bi sigara daha yaktım.

o an, aklımdan geçen birkaç şey vardı. ne yazık ki, hiçbiri seni ilgilendirmiyor..

13 Ekim 2010 Çarşamba

zaten çikolatayı da bitter severim.

üzgün olmaya alışmanın en kötü yanı, üzgün oluşun hakkında yazdığın şeylerin gittikçe tükenip sonunda bitmesi galiba. en azından benim için öyle. çünkü ben kendimle öyle ya da böyle yazarak yüzleşebiliyorum ancak ve bunu bile başaramıyorsam artık, hayatımda neyi düzeltmem gerektiğini de kestiremiyorum; her şeyi reddetmeye başlıyorum. mutsuzluğumu, asla olamayacağım biri olmaya çalıştığımı, çelişkilerimi, özlemlerimi..

insan halbuki yalnız olmamalı kendiyle yüzleşirken, sıradan kelimeleri alıp sihirliymişçesine söyleyebilen birileri olmalı yanında. ama ben değemiyorum ki insanlara; hani aynada uzansan kendine parmaklarınla aranda bir boşluk kalır ya hep küçük de olsa, asla dokunamazsın kendine; onun gibi.. en yakın olduğum anda bile insanlarla aramda hep o boşluk var. sadece benimle mi ilgili bu, bilmiyorum. ama olmuyor, ve içimde sakladığım şeyler öyle birikip öyle ağırlaşıyor ki, hiçbir şekilde arınamıyorum onlardan. bir cümlelik de olsa bütün mesafemiz, zamandan bir okyanus da; birinin onu aşıp omuzlarımdan sarsmasını istiyorum sanırım, tüm biriktirdiklerim dökülsünler diye.

yine de, eskiden olduğu gibi "keşke" demiyorum. bu iyi bir şey. geldiği gibi yaşıyorum hayatı. yokuşlarını da düzlüklerini de aynı şekilde karşılıyorum. ama manasızlık, bütün duygularımı kemiriyor bu sefer. öyle ruhsuzum ki, ve bunun için öyle "bir şeyler yapmalıyım" ki; feci saçmalıyorum bugünlerde ve çok yakında kocaman bir hata yapacağım biliyorum. sonrasında da biraz pişman olup üzüleceğim heralde, biraz hissedeceğim. amaç da bu ya; sağlıklı dozda bir acı.. oysa ben hata yapmamak için yaşarım aslında. etrafımdaki insanlar bir sürü şey yaşayıp bana pişmanlıklarını anlatırken, ben yapmaktan vazgeçtiğim şeyler için kendimle gurur duyarım; başkalarına ağlamam gerekmediği için. belki bu yüzden hayat hakkında gerçekten de bir bok bildiğim yok, bilmiyorum. ben, bekliyorum aslında hep, bekliyorum bana fark ettirmeden hata yaptıracak insanı ve bekledikçe darbe alıyorum: işte size bütün hayatım.

11 Ekim 2010 Pazartesi

4 Ekim 2010 Pazartesi

yeni tanıştığım biriyle konuşuyorum, ve şunları fark ediyorum; benim artık ikili ilişkilerde deli gibi kompleksim, özgüven eksikliğim, ve karşı tarafa güvensizliğim var -ki aslında bunun sebebi de karşı tarafa %100 güvenme özlemi. ve garip bir iğneleme huyum oluştu, alınganlık yapıp da ota boka. bütün bunların nasıl göründüğü hakkında tahmin bile yürütemiyorum. sonunda ben de strateji canavarına dönüşeceğim sanırım. zaaflarını, acıyan yerlerini başkalarından saklamak ne kadar da zor; sırf senden korkup kaçmasınlar çünkü biriyle konuşmaya çok fazla ihtiyacın var diye..

20 Eylül 2010 Pazartesi

hayallerle pişmanlıkların tam orta yerinden sıkı sıkı kavradım aklımı. hiçbir yere gidemez.

17 Eylül 2010 Cuma

fikirsiz yazı

"derse girmeyecek misin? e benimle gelsene o zaman" demişti. gülümsemişti.. duraktaydık, durup ona bakmıştım ve kendimden emin, gülümsemiştim. bütün sokakların, evlerin, insanların ve tramvayların; her şeyin yerli yerinde olduğunu düşündüğüm tek andı heralde. ne güzel unutuştu.

16 Eylül 2010 Perşembe

normal değil bu; bu öfke, bunca lanet okuma hiç normal değil. öyle bir anlık sinirle söylenen sözler değil bunlar; şimdiye dek bir şekilde birikmiş kocaman bir nefretin dışavurumu; en küçük çatlaktan dışarı sızıp da, denizdeki dalgalarla birlikte kabarmayı bekleyen. nasıl da kolay dökülüyor ağzından hepsi; hayattaki beceriksizliğinin hıncını çıkarmak ister gibi! nasıl da kendinden emin, hiç pişman olmayacağından nasıl da emin.. ve nasıl da aptal böyle zamanlarda. bizden iyi olduğunu sanırken nasıl da eğreti duruyor bütün o sevimli hayalleri üstünde!


hala bu şeylerle savaşacak gücüm var mı gerçekten, bir şeyleri idare etmeye çalışarak geçirdiğimiz böyle günlerle? bize acımamak için geçmişten güzel anılar aramaya hala enerjim var mı? aslında burdan kaçıp gitmek istememin bir sürü sebebi var, ama aralarında en büyüğü sanırım onlara benzemek istemeyişim.. çünkü o zaman her şey biter. yaptığım hiçbir şeyin bu saçma salak evrende bir anlamı kalmaz, bütün kelimelerim yere düşer ve kaybolur. sonucu yenilmekse, direnişimin bir anlamı olmaz, duyuyor musun, ne yazık ki hiç olmadı. öylece oturup kalbimin taş kesilmesini izlemek istemiyorum artık.


arizona dream'de grace'in söyledikleri geliyor aklıma hep. ve aklımın bütün şehirleri teker teker düşüyor. "bacaklarımı sevdin mi? ben onlardan nefret ediyorum. ellerime bak. bunlar benim ellerim değil; onun elleri.. sadece bekle, bir gün uyandığında baban gibi olacaksın. sadece bekle. bundan kaçabileceğini sanıyorsan, aptalsın demektir.. sonunda tamamen ona dönüşmeden önce kendimi öldüreceğim."



8 Eylül 2010 Çarşamba

birine söylemek istediğim bir şeyler var. bunun için başka bir sürü sebep sayabilirim, ama yaparsam, bal gibi de kendimi iyi hissetmek için yapacağım bunu. bir zamanlar sevdiğim ama şimdi arkadaş olmayı pek de istemediğim (çünkü beceremediğim) birine, kocaman, kenarından köşesinden zorlama cümleler sarkan sevimsiz bir özürle gideceğim. çok gecikmiş, dürüstlük dozu biraz kaçırılmış gereksiz bir açıklama. sanırım kötü kız olmaya devam etmek, bundan daha az kötü. bilmiyorum.

5 Eylül 2010 Pazar



i'm not gonna live for you
or die for you
won't do anything anymore for you
cuz you leave me here on the other side
you leave me here on the other side

not gonna shed one more tear for you
shed one more tear for you
i'm not gonna shed one more tear for you

at least not til sunday afternoon
sunday afternoon

3 Eylül 2010 Cuma

biraz da kendimi.. kendimi?

bugünlerde herkes danalar gibi yatadursun hala, benim yarın 08.30'da dersim var! bu geride bıraktığım yaz tatiline 'tatil' demeye dilim varmıyor zaten. kısalığını da geçtim de, ben kafamdaki her şeyin bokunu çoktan çıkardığımı, artık düşünmeye gerek olmadığını bir şekilde kendime kabul ettirip tertemiz bir zihinle başlayacaktım bu döneme, hehe. öyle diyordum. tabi karmakarışık kalakaldım her zamanki gibi. ama aslında bütün gün söve söve hocaların peşinden koşturup dursak da bana iyi geldi bu tempo sanırım. düşüncelerimin her an değişebildiği bir dönemdeyim. veya öyleydim - aslında, tam şu an, stabil gibiyim! uyku anını sevmemeye başladım mesela, uyku öncesi anı ya da; o an aklımdan geçenlerden nefret ediyorum. ki o sırf anlar için uykuya yatmışlığım var benim. bütün gün derste dikkatim toplanmış - kaşlarım çatılmış halde söylenenleri yakalayıp not almaya çalışmayı, ayakta durmaktan her yerimin ağrımasını falan tercih ederim sanırım o ana. geçen gün onun yüzünden, sırf onu alt edemeyişim yüzünden gözlerim şiş uyandım. ama alışıyorum galiba savaşmaya. biraz ateşim çıkıyor, titriyorum; sonra düzeliyorum. kafamın bir saniyeliğine bile boşalmamasını istiyorum, lütfen. boşaldığı anda bok gibi hissedeceğim yine. yalnız kalacağım yine. düşünecek bir şeylerim olsun hep, hep taşıyabileceğimin son haddinde sorumluluklarım olsun. olmadığı gün, sen gel.
"artık tam sopalıksın ama saçmalama, mutluluğu bekle ki gelsin! çılgın mısın? mutlu olmayı öğreniceksin şeyda, kendini mutlu etmeyi öğreniceksin biliyosun da aslında etik olmak zorunda değil tarzın da olmayabilir ama istiyosan ulaşırsın. biraz da kendini düşünür müsün artık?"

2 Eylül 2010 Perşembe

bak burada beyaz ellerin
biraz eksik sarıyorsa belimi
görmemiş der geçerim
şeffaf çizdim ben zaten kendimi

29 Ağustos 2010 Pazar

boktan

her şey yarım yamalak gerçekten de
yaşamak için unutmak; unutmak için yaşamak

24 Ağustos 2010 Salı



hold my heart like a hot potato,
push the clock for an hour later.

22 Ağustos 2010 Pazar

-I'm exhausted, I'm going to wake up now.

normalde beni çıldırma noktasına getiren bazı şeyleri kabullenişim rüyalarda başlıyor. bir şeyler hakkında yanıldığımı anlayışım mesela, gerçekten özlediğimi veya. uykusuzluk çektiğim üç geceden sonra yine öyle, deli saçması bir rüya gördüm, uyandığımda şaşkındım biraz. ama galiba benim zamanlamalarım hep yanlış. of neyse. küçük iskender "hüzün hastası bir hayvansın" diyor ya şiirinde hani. ben artık biraz ara vereceğim bir şeylere. gerçekten yoruldum.

20 Ağustos 2010 Cuma

aslında ben her zaman böyle can sıkıcı değilim. aslında ben de eğlenceli olabilirim, hayal kurabilirim, ve onları gerçekleştirmek için umut biriktirebilirim. ama öyle yapayalnız hissediyorum ki bazen, bunların hiçbir önemi olmuyor. o zaman en iyimser halim, sokakta yürürken kendini rüya gördüğüne inandırmaya çalışıyor. evet, yalnızlık gerçekten de zekayı, mizah duygusunu, direnme gücünü, hatta hayalleri bile yeniyor. buraya yazıp sildiğim her cümlenin nedeni de o; anlamsızlaştırıyor çünkü. kime ne anlatabilirim ki, kahramansız bir hikaye benimki. ne yazık ki şu an kendimi bir böcek kadar bile hissetmiyorum; benden de aşağılık bir yığın insan yüzünden.

19 Ağustos 2010 Perşembe

15 Ağustos 2010 Pazar

aynı anda aynı sessiz geceye doğru
içim sıkılıyor demişizdir.

olamaz mı? olabilir...

28 Temmuz 2010 Çarşamba

günaydın.

geçen gün izlediğim filmde, kadın
yani aşık olduğu adam uğruna kadın olmuş bir kadın
-burası biraz karışık-
her şeye rağmen, onu hala seviyor musun? sorusunun cevabına
evet, diyordu. onu hala seviyorum
ben onun yaratığıyım.
söz konusu adamın piçin önde gideni olması bir yana
vereceğini bildiğim
ama vermesini en son isteyeceğim cevaptı bu.
sonra ben de "her şeye rağmen"in anlamını düşündüm.
kocaman bir "her şey" orda duruyor.
hayır; sadece durmuyor, içinde fırtınalar koparıyor, denizlerini taşırıyor
gördüğün en sahici kıyamet kısacası.
hem de muhtemelen o bunları tahmin bile etmemişken oluyor hepsi.
umursamamışken
"cahil melekler" gibi aslında, farkında olmadan dokunduğu hayatları değiştiren,
ama onun şeytani versiyonu.
senin binbir zahmetle koruduğun azıcık iyimserliğin var ya,
ondan fütursuzca kocaman bir ısırık alıyor o;
biraz çiğnedikten sonra hepsini tükürecek halbuki.
işte "her şeye rağmen"in sakladıkları.
sevmek, tehlikeli bir şey
küpüne zarar cinsten hani.
ne zaman başladığını kestirmek zor,
bitiş noktasıysa hepten kayıp
geçmişin silinemeyecek tek kısmı belki sevmek.
çünkü fırtınanın ortasında o toz bulutunun arkasına baktığında bile,
göremesen de, aslında bilirsin
ne söylersen söyle, her şeye rağmen
şimdiye dek sevdiğin herkesi sevmeye devam edeceksin.
yerine kimseyi koyamayacaksın
ve bu yüzden hep acı çekeceksin.
üstelik, bil bakalım ne, bunun için kimseyi suçlayamazsın da.
hepsini sen omuzlamak zorundasın.
belki izlediğin tuhaf bir fransız filmini suçlarsın, sana hatırlattıkları için, o kadar
gerisi içini parçalara böler, sık sık aklını kaçırırsın,
düşündükçe cam kırıkları kusarsın.

20 Temmuz 2010 Salı

Biliyorum suçluyum razıyım cezama
Çalmadım öldürmedim ama
Daha kötüsünü yaptım
Na'aptım biliyor musunuz Reis Bey
Tuttum insanları sevdim.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

kırmızı ojelerimi sürdüm. bir filmim var, kocaman adamla küçük kızın aşkını anlatan. dünyanın en güzel şarkısını dinliyorum şu an. ben kendimi bildim bileli mutsuzum, sorun değil. bugün her şeyin, herkesin, unutulduğunu konuştuk. bunu hep biliriz. geciktirmek isteriz ki, anlamlı olsun yaşadıklarımız. gerçekler soğuk değil; ılık, biraz da ıslak... hepsine dayanılıyor. zaman geçtikçe, biraz kuruyor. bir kez daha söylemeliyim, her şey unutuluyor. güzel şeyler de oluyor tabii. onları hatırlamak, hayattaki en büyük molamız bazen. yine güzel şeyler olacak. bir ihtimal, giderken acıtacak, diğer ihtimaliyse bilmiyorum. gerçekten özgür hissetseydim kararlarım nasıl, ne kadar değişirdi merak ediyorum. keşke bir sigaram olsaydı. biliyor musun, şu an, 17 temmuz cumartesi saat 1i 20 geçe, her türlü çılgınlığı yapmaya hazırım, yeter ki biri bana benimle gel desin. sanırım kafam güzel biraz. sabah olduğunda korkmaya devam edeceğim. bir de özlemeye. ama artık faydası yok. artık kimseyi suçlamıyorum hiçbir şey için. sadece, bazı şeyleri düzeltmeye çalışmak saçma. bazı şeyler düzelmez. zaman geçer. unuturuz. unutup iyi olacağız yine. arada bir hatırlayıp iç çekeriz belki, o kadar.

26 Haziran 2010 Cumartesi

yorgunluktan uyuyamamak diye bi şey var gerçekten ve çok acayip...
yorgunluktan unutmak diye bi şey de var aslında, o güzel.

15 Haziran 2010 Salı

içim bana sığmıyor gibi, patlayacak sanırım.

"İki eşya arasında bir hiçlik
Ne iskemle, ne masa, tam orda tökezlenirim."

13 Haziran 2010 Pazar

seni bir gün en yakının ele verirse eğer,
öğren susmasını ve ağlamamasını.
bir kavanozun içinde mavi bir gül
yetiştir her gün daha çok yaşayan.
bir masalın ağzını kapat ve yat
geniş odalarda. bir oksijen çadırında.
ona kötü bir şey olsun istedim.
bana aşık olsun istedim.

12 Haziran 2010 Cumartesi

bazen saçma sapan bir huzur doluyor içime, mesela gecenin bir yarısı playlistimi hazırlayıp odamda ders notlarımı ayırırken, bir yandan eşlik edip şarkılara.. hiçbir şeyin önemi yok; yalnızca şu anda var oluyorum.
sonra diyorum ki..
değer yine de, değer be!

31 Mayıs 2010 Pazartesi

and maybe someday i will say
i'll say please, please
don't tear your heart from me
'cause it was a crime i never told about the diamonds in your eyes

24 Mayıs 2010 Pazartesi

öyle dalgınım ki son zamanlarda;
anneme sürpriz yapmak için aldığım pastayı on dakikalık yolda nasılsa tepetaklak ettim
park yerinden çıkarken arkamda duran koca arabaya çarptım
cüzdanımı evde bıraktığımı ancak bir kucak dolusu fotokopi çektirdikten sonra anladım
gözlerim acımaya başlayana kadar lenslerimi çıkarmayı,
telefonumu şarj etmeyi,
gitmem gereken yerleri, saatleri
söylemem gereken sözleri unuttum.
ablam gelip ne yapıyorsun diye sormasa farkında bile değildim dakikalardır yatağımın üstünde oturup boşluğa baktığımın.

iyi ki diyorum etrafımda insanlar var, döktüklerimi toplayacak..

23 Mayıs 2010 Pazar

john cage'in gülümseme terapisi

biraz korkunç görünse de işe yaradığı oluyor!

22 Mayıs 2010 Cumartesi

sessizleşin çocuklar, sessizliğe ihtiyaç var

tam da uykuyla uyanıklığın arasındayken kurulan hayaller, bunun zihne yansıttığı görüntüler ne kadar ilginç, güzel. çok büyülü çünkü sadece aklından geçirdiğin herhangi bir şey hakkında bilinçaltın hızla çalışıp deli senaryolar üretiyor. işte böyle rüyalar görmekteydim ben de az önce; uyandırılmadan. aklımda kalan en son şey, bir zamanlar sahiden önem verdiğim biriyle konuşup, "hepimiz için her şey sandığımızdan çok daha zor" dediğim.

"bir zamanlar", "eskiden" kavramları da ne garip aslında. bir şeylerin belli bir zaman önce çok farklı işlediği bir hayat yaşamak, ne garip. sanki aynı gözlerden bakmıyormuşuz artık, ellerimiz aynı eller değillermiş gibi. bugün ders çalışırken istemsiz telefonumu aldım, "çok mutsuzum" yazdım ama gönderecek kimsemin olmadığını sonra fark ettim. eskiden -

her neyse.

şu günlerde yaşamak benim için bir zorunluluk gibi, o yüzden çok saçma geliyor. bazı şeyler konusunda kafam çok karışık, bazı şeyler için hazır mıyım, bilmiyorum. nasıl bir doktor olacağım mesela; şaka maka dün ilk defa servise çıktık. seneye bambaşka bir hayatım olacak, stajlar, nöbetler. aslında böyle bir koşuşturmaca içine girmeye ihtiyacım olabileceğini düşünüyorum ama, çok soru işaretim var, gerçekten. kendi sağlığımı bu kadar ihmal edişim, akciğer kanseri dersinden sonra çıkıp anfinin önünde pişkin pişkin sigara içişlerim düşününce oldukça rahatsız edici mesela.. tamam doktor dediğin kişinin herkese "örnek" olması gerektiğine falan inanmıyorum ama, babamın sigara içtiği zamanlarda sigaranın zararları hakkında konuşması bana hiç inandırıcı gelmiyordu. gerçi on sene önce falandı bu, eheh, inanmayıp sigaraya başlamış değilim tabi.. ama doktorlarınki de o hesap işte. ben hasta olsam ve sigara içen doktorum bana sigara içmemem gerektiğini söylese, elbette içmemem gerekir ama ona fena halde sinir olurdum. niye bu kadar empati kurmam gereksin, onu da bilmiyorum gerçi. neyse, zaten daha yolun yarısındayım, bu konuda bir karar vermek için yeterince zamanım olacak. bir de şu var; bazı konularda soğukkanlılığımı bir çok insandan daha iyi koruyabildiğimi düşünürken son zamanlarda şüpheliyim bundan. bugünlerde babannemin tansiyonu fırlıyor arada bir, geçen gün babamların gecenin bir yarısı babannemi hastaneye götürmeleri gerekti ve ben, geceleri "lütfen aileme hiçbir şey olmasın, olursa da bana olabilir!" diye dua eden 8 yaş kalbimle korkuyorum şimdi onun için. belki normal, belki tuhaf bu kadar korkmam bilmiyorum. ama elimden bir şey gelmiyor. yani kafam karışık, çok karışık işte. ve bir şeyleri yoluna koymak zorunda oluşum, beni tam anlamıyla yiyip bitiriyor. mecburiyet ağır geliyor, saçma geliyor, taşıyamıyorum, ittiremiyorum, yerimde sayıyorum zorunluluklarımla o yüzden..

tam bu noktada devreye keşkeler giriyor.. iyi halt ediyorlar: keşke ne yapıp edip mutlu olmaya çalışmak zorunda olmasaydım; kendiliğimden olsaydım. ve keşke seni düşünmemek zorunda olmasaydım, bir de aramamak..

20 Mayıs 2010 Perşembe

ç ı l d ı r m a k   ü z e r e y i m .

16 Mayıs 2010 Pazar

her şey geçer, hayat kalır

beş günlük eve kapanışımın ardından, sanırım iyileştim
kabuslar, kafamda dönüp duran kelimeler, ıslanmış mendiller ve
canıma kast eden şarkılardan sonra,
şimdi aynada tanımadığım bakışlarım var benim.
ama bu iyi bir şey olmalı, öyle olmalı çünkü değiştim.

belki komik ama, artık mutlu olabileceğime inanmıyorum.
benim için önemli olan bir çok şey, artık yok.
parmak şıklatır gibi hani, bir anda
bir şeylerin sonundayım, artık kimseden
artık hayattan bekleyecek bir şey yok
ama bu iyi bir şey olmalı,
öyle olmalı çünkü artık bir şeylere başlıyorum.

ve tuhaf mı bilmem ama, şimdi ben bunları düşünürken bir yandan, kimseyi değil,
sadece kelimelerini bildiğim, hiç görmediğim, görmeyeceğim bir adamı özlüyorum.

"bir kitabın hayatını değiştirdiğini söyleyen insanlarla
dalga geçeriz biz
öyle olmayı dileriz aslında.
ama bizim sihirli değneğimiz hem mantıklı olmalı
hem gerçekten sihirli..."

2 Mayıs 2010 Pazar

28 Nisan 2010 Çarşamba

cennet

sıcak bir öğleden sonra, sessiz ve loş mutfak, masanın üstünde bir bardağın içine konulmuş papatyalar, balkondan gelen hafif rüzgarla uçuşan tül.

17 Nisan 2010 Cumartesi



çok güzel değil mi?

sebepsiz ve sonuçsuz.

hayatımda kendimi "açacak" kimsenin olmaması, gerçekten kötü bir şey. uzunca bir süredir, bu yüzden bir şey eksik; bu yüzden bu kadar mutsuzum. şimdiye dek hayatımın her döneminde bir en yakınım olmuştu çünkü; hiçbir şeyi anlatmaktan çekinmeyeceğim. fakat şimdi, söylediğim sözler, genellikle insanlara değmiyor bile. bu yüzden kimseye anlatacak bir şey kalmadı.

dünyanın en çaresiz cümlesini bilirsin: cevabı sessizlik olan bir "kendimi çok yalnız hissediyorum."dur o. ne var biliyor musun? ben bunu söylerken, içim üşümüyor artık; sanki bütün hislerim ve bütün insanlığımla birlikte, dondurulmuş gibiyim. en yalın anlamıyla, içimde bir damla sevgi kalmamış gibi hissediyorum. bitmedi. bundan daha kötüsüyse, utanç. hissettiklerim - ya da hissedemediklerim yüzünden kendimden utanmaya başladım. öyle ki, içimdeki her şeyi ezip en üste çıkıyor; düşündürtmüyor, kendimi kendime yok saydırıyor bu utanç. böyle biri olmam planlanmamıştı. şu an bulunduğum noktadan geri dönüp başka biri olmaya çalışmaksa, komik bir çaba olur ancak.

eskiden tanıdığım birinin son konuşmamızda bana söylediği şeyler geliyor aklıma: "yeni bir şeyler inşa ediyorsun demek. evet, bir inşaat var, ama temeli yok." o bunu bilmiyor ama; artık kaybetmem sandığım her şey, elimden kayıp tuzla buz oluyor son zamanlarda. ve ben, söyledikleri için onu affetmediğim iki yıldan sonra ona hak veriyorum. evet, uğraştığım çoğu şey, kendim için yaptıklarım, arkadaşlıklarım, olduğumu düşündüğüm kişi, benimle olduklarını düşündüğüm kişiler; hiçbirinin gerçeklikle uzaktan yakından alakası olmamış aslında. gördüğüm her şey biraz eksikmiş, sahip olduklarım asla hissettiklerim kadar değilmiş. miş, miş, miş.

tabii, bir gün bunlar sona erecek. ve ben iyi olacağım. bunu ben dışında herkes biliyor. yalnızca bana, şu anda, benden herhangi bir şey olurmuş gibi gelmiyor. çünkü artık 16 yaşında değilim. ve bende bir şeyler yoluna girmiyor.

11 Nisan 2010 Pazar

jai guru de va om!

zaten magritte tablosunun içine girip, across the universe söylemek; rufus wainwright'tan daha çok kime yakışabilir ki.

10 Nisan 2010 Cumartesi

wish i had a river...


ders çalışıyordum. mikrobiyoloji notlarının arasına düşülmüş birkaç cümle gördüm: "hayata bir anlam katmak gerek. anlamsız yaşanmıyor. yaşıyormuş gibi yapmaktan sıkıldım, her şeyden..."

3 Nisan 2010 Cumartesi

seni özlediğimi söylersem, bir dahaki sefere özlemiyormuşum gibi yapmak daha zor olur. gitme dersem, gittiğinde ne kadar yalnız hissettiğimi anlarsın; karşında savunmasız kalırım. sonra bir şey dersin, belki demezsin; üzülürüm. bilirsin, ben hep mutsuz olmak için uğraşırım. dışarısı bahar bir cumartesi akşamı, evde tek başıma oturup illet bir şarkı eşliğinde hayatımı düşünerek, bunu başarırım da. sen yoksundur. ama yokluğunu duymak saçmadır, sen zaten olsa olsa hayalsindir. ne yapacağımı bilememekten yorgun düşerim. bir türlü sonu gelmez.

sonu gelmez.

25 Mart 2010 Perşembe

en mükemmel ölüm şekli!

bir film vardı; the core diye. güzel bir film olduğundan değil ama o zamanlar bu tip "dünyanın sonu" bilimkurgularına meraklı olan şahsımın baya ilgisini çekmişti. kahraman grubumuz dünyanın derinliklerine taa çekirdeğe kadar gidip orda yeterli güçte patlamalar falan yapmaya çalışıyorlardı filmde. çünkü soğuyormuş çekirdek meğersem, dönmüyormuş artık.. tabi oraya gidecekleri mekiğimsi aleti yapmak için önce çekirdek ısısına dayanıklı süpersonik bi madde buldular işte.. amerikalılar sonuçta! neyse, o saçma sapan filmde bir sahne vardı. ilk defa o zaman gerçekten nasıl ölmek istediğimi düşünmüştüm sanırım. gruptaki uyuz ama karizmatik bilim adamı, mekikten fırlatacakları şeyin içinde sıkışıyordu, sonra "beni boşverin" deyip patlayıcılarla birlikte fırlatılmaya razı oluyordu. patlamadan önce zamanı vardı biraz; film boyunca sürekli kullandığı ses kaydedicisini çıkarıp son kez birşeyler kaydediyordu ona.. sonra bi anda, belki saliselik, patlama gerçekleşiyordu ve adam hiç acı bile duymadan, acı duymasına vakit bile kalmadan ortadan kayboluyordu.. ben de öyle ölmek isterdim işte. bütün hücrelerim aynı anda farklı yönlere dağılsın isterdim. o filmi izlediğimden beri daha güzelini düşünemiyorum. uykuda ölmek, hap içerek intihar etmek, yüksek dozda uyuşturucudan ölmek. hiçbiri yeterince iyi değil! ne zaman laf ölümden açılsa ve biri nasıl ölmek istediğinden bahsetse, aklıma bu sahne gelir.. öyle işte.

20 Mart 2010 Cumartesi

life is a pigsty

ben baya yalnızım bugünlerde.
sürekli uyuyorum.
sürekli.
uyandığımda kötü haberler alıyorum genelde.
hala yolunda giden bir şey yok gibi.
belki bunları bilmek kendini biraz şanslı hissettirir sana.
belki hoşuna bile gider.
başıma gelenlerin bir çoğunu hak ettim ben.
bir şeyler geçiyor.
çok zor olanları bile.
ama bazı şeyler, hiç değişmiyor.
hayatım koca bir bok çukuru.
sen yoksun.
bazı şeylere katlanamıyorum.
sen yokken daha da çekilmez oluyorum.
o yüzden gelmeni beklemiyorum.
beni tanıdığını sanmıyorum.
çünkü beni tanımlayacak bir kaç kelime bulmak gerekseydi,
mutsuz, sıkıcı ve tuhaf; gayet yerinde olurdu.
sen bunu kabul etmezdin.
yine de beni haklı çıkardın.
bugün bir arkadaşımın yazdığı bir şey canımı acıttı.
dünyada nerede olmak istediğini bilmeyen insanlar "mutsuz insanlar"mış.
mutluluksa, "işte burdayım, dünyada olmak istediğim yerde" diyebilmekmiş.
ben, sadece neyi istemediğimi biliyorum.
ve işe bak ki,
istemediğim şeylerle dolu hayatım.
bir yanlışlık olmalı.
evet bir yanlışlık var.
sen yoksun.
birazcık bile.
bazen geriye bakıp, kendimle düştüğüm çelişkileri buluyorum oyun oynar gibi.
hem gururluyum hem yardıma muhtaç.
bana yardım etmek istiyorsan, bana yardım edeceğini söylememelisin mesela.
biliyorum, yorucu..
ben naptığımı bilmiyorum, bilmiyorsun.
etrafımdaki insanlar, ikiyüzlü hissettiriyor.
kaçamıyorum.
kafamın içinde yankılanıyor.
burda her şey çok karmaşık.
ve sen yoksun.
hayatım koca bir bok çukuru.
değer yargılarımı kaybettim.
dostlarımı kaybettim.
hayallerimi kaybettim.
umudum, çok kırılgan.
öyle ki birilerine ondan bahsetmeye korkuyorum.
sana güvenmiyorum, hiç güvenmedim.
gelmeni istemiyorum.
ama olmayışın, bir şeylere sebep oluyor hala.
saçmalatıyor.
oturup bunları yazdırıyor.
canım sıkılıyor..

17 Mart 2010 Çarşamba

gerçek bir hikaye.

az önce zeki müren "ah bu şarkıların gözü kör olsun" derken, elimdeki çikolatalı süt bardağı rakı kadehine dönüştü. odam da; tenha, ucuz bir meyhaneye. hatta buranın sahibi olan yaşlı adam bana tezgahın arkasından acıyan gözlerle bakıyormuş. çok aşıkmışım falan..

10 Mart 2010 Çarşamba

pöfür!

evde gizlice içilen sigara en güzeliymiş. camdan iyice sarkıp dumanı rüzgarın yönüne göre üflemek. binbir zahmete sıkıntıya girdikten sonra biraz da anın heyecanıyla resmen sigaradan kafa olmak. ha ama birileri yarattığım saçma sapan görüntüye yarılıp da videoya falan alıp internetlerde yayınlar mı paranoyası var tabii. kapı açılıp içeri bir adet ebeveyn girmesinden çok bundan korkuyorum.

8 Mart 2010 Pazartesi

çok merak ettiğin halde, kızgın-kırgın olduğun bir insana gidip "niye böyle yaptın?" diye sorabilmek, neden bu kadar zor? bir gün sormadan anlatacağı beklentisi mi? hiç susmayan o "zaten ne bekliyordun ki?"ler mi? gurur mu? aklına geldiğinde için içini yese bile, "beni umursamıyorsan ben de seni umursamıyorum"culuk mu? ama şu an fena halde umursuyorum işte ve bu umursanmamaktan çok daha kötü. suçlayacak hiçbir şey yok çünkü. ben mızmız bir çocuğum ve bana sonradan geri alacağın bir oyuncak vermemen gerektiğini bilmeliydin. yine kendimle kalıyorum; ortalıkta kızacak kimse olmadığı için, kendime kızıyorum.

17 Şubat 2010 Çarşamba

And I laugh out loud
My life is a mess
I have gone too far
In my lifelessness

14 Şubat 2010 Pazar

how can you mend a broken heart?

kulağımda hep aynı şarkı dönecek. ışıkları söndürüp yatağıma uzanacağım, sonra gözlerimi kapatacağım ve orda dans ederken tek başıma, yastığımın ıslaklığında uykuya dalacağım...

"zaman her şeyin ilacıdır" derler ya, bence doğrusu "uyku çoğu şeyin ilacıdır"... çoğu şeyin.

9 Şubat 2010 Salı

aslında seni özlemediğim günler de oluyor.
sadece hatırlamıyorum.

6 Şubat 2010 Cumartesi

billy alan thomas is dead.



-Biz bir şeye sahiptik, değil mi?
-Berbat etmiş olabiliriz, ama... sen hiç, uh...
bizim sahip olduğumuz şeye sahip olan iki kişi gördün mü?

-Hayır.

28 Ocak 2010 Perşembe

günler değişmeye devam ediyor ve ben birilerini hala anlayamıyorum. bir çok şeyden zevk alabilirim, sanırım buna acı çekmek de dahil; ama insanları anlayamamak, gerçekten, hiçbir zaman eğlenceli değil.

25 Ocak 2010 Pazartesi

iki gündür, odamdan-yatağımdan çıkmayıp, evdeki herkesle kavga edip bol bol kendimi tükettim. hı-hım. büyük bir olay sayılmaz. biliyorum.

kaçıyorum.



*ally'nin pijamalarından istiyorum deli gibi. mışıl mışıl uyumalık.. sanki herşey yolundaymış gibi.

19 Ocak 2010 Salı

gökyüzüm masmavi, ama kartondan. bulutlarım da pamuktan.

işte hepsi bu kadar.

18 Ocak 2010 Pazartesi

old dream maker, you heartbreaker



"I'm not Holly. I'm not Lula Mae, either. I don't know who I am! I'm like cat here, a no-name slob. We belong to nobody, and nobody belongs to us. We don't even belong to each other."



ve işte bu, hayatımın sonuna kadar görüp göreceğim en güzel "mutlu son"lardan olabilirmiş. Caat! Cat! Here. Oh, cat!

14 Ocak 2010 Perşembe

kızamıyorum. heyecanlanamıyorum. gerçek anlamda gülümseyemiyorum. yapmak istediğim herhangi bir şey yok gibi. galiba artık en iyi şeyin; herkesi, her şeyi kendi haline bırakmak olduğunu düşünüyorum. olup bitenleri eleştiremiyorum.

söylüyorum işte: 10 yaşındayken bile daha kişilikli bir insandım.

şimdi ben
hiç kimseye,
hiçbir şey için,
söyleyecek hiçbir sözüm yokmuş gibi hissediyorum.

12 Ocak 2010 Salı

gece geç

müziği susturunca, sessizlikte düşüncelerim beynimi yiyor. ve müziği açınca da, kendimi kaybediyorum. ciddi anlamda yani. sözde ders çalışıyorum ama ya şarkıya kaptırıyorum ya da uzaklara falan dalıyorum. odamın içinde ne kadar uzak varsa artık. neyse. yani işe yaramıyor ikisi de. demek ki oldukça kötü durumdayım.

o yüzden tatil diyorum, gelse artık. kafam da tatile çıksa, rahatlasa. şu boktan, sinir-stres dolu günleri daha da çekilmez hale getirmek için ne varsa yapıyor çünkü. gelmesin üstüme artık. düşünmesin. sonra günlerce yatağımdan çıkmayıp uyuyayım. ki hatırlamayayım. uyuyayım ki kafamda dönüp duran binlerce kelime uçsun, gitsin; geri döndükleri güne kadar, ben geri dönmeyeceklerine inanayım. rüyalarım bile suçluluk duygusuyla sona ererken bugünlerde, huzurlu, deliksiz, renkli uykular uyuyayım. şimdilik bütün istediklerim bunlar. - veya, istediklerimden, tarif edebildiklerim bunlar. hepsini tarif edebilecek kadar çok yaşamadım ki.

bugün, kitaplığımı karıştırırken, kara kule'yi buldum. sonra jake'in uçurumdan düşerken söylediği cümle geldi aklıma birden, onu kuleyi bulma uğrunda feda eden roland'a söylüyordu: "öyleyse git. bundan başka dünyalar da var." o satırdan sonra kitabı mitabı bırakıp baya düşünmüştüm ilk okuduğumda. şimdi merak ettiğim şey şu: şimdiye kadar sürekli hayatımı erteledim. erteliyorum. aslında bir sürü fedakarlık yapıyorum. ama bu süreçte o kadar küçüldüm, o kadar köreldim ki; şimdi küçücük hayatımdaki sıradan sorunlar bile boğmaya yeterken beni, böylesine eksiltirken, "başka dünyalar" keşfetmek nasıl olacak? aslında cevap basit sanırım. böyle bir şey olmayacak. hani, bir şeyi yapmayı çok istersin de son anda yapamayacağını anlayıp zaten mantıksızmış gibi davranırsın ya, işte tam olarak o olacak. her gün üstüne birkaç kat daha ördüğüm duvarların arasından çıkmak, mümkün olmayacak günü geldiğinde.

ama bazen, yapılacak herhangi bir şey yoktur. beklemek harcamaktır, ve beklemek vazgeçmektir o henüz tarif edilemeyenden ama, bazen sadece elinde bu kalır. bir taraftan artık direncinin kırıldığını hissederken, boş bir umutla da olsa yaşarsın işte. belki zaman senden geriye birazını bırakır diye.

neyse. sussun kafamdakiler. biz zamanla birbirimizi öldüreduralım ama lütfen sussunlar. tatil gelsin artık. uyuşalım, yavaşlayalım. hadi.

3 Ocak 2010 Pazar

eskiler

çok canım sıkılıyor be blog. oturup ders çalışmam lazım. deli gibi. ne mi yapıyorum? akıl-fikir yokluğundan olsa gerek, bilumum saçma işten sonra son olarak, günlüklerimi karıştırıyorum. biraz daha moralimi bozup kıvama gelirsem sanırım artık işime bakabilirim.

eh, ne demiş dario fo?

"başımız dik yürüyoruz, çünkü boğazımıza kadar boka battık."