29 Aralık 2009 Salı

ben uyurken
duvarıma tırmandın
güllerimi yoldun.

ve bütün şikâyetin
sen uyurken
bahçene girenlerden.

21 Aralık 2009 Pazartesi

eskiden hayat hakkında söyleyecek ne kadar çok şeyim vardı. gitgide anlamsızlaştılar ve şimdi söyleyebildiklerim sadece saçmalık ve boşunalık üzerine.

olur da sorarsan, yalan söyleyeceğim. seni inandırana kadar yapacağım bunu.

ama hayır, hayat güzel falan değil...

"En kötüsüyse yeniden başa dönmektir. Hep en başa, o en rezil sokak köpeği yalnızlığına dönersin. Kuyruğundaki pireyi dişlemeye çalışan uyuz bir köpeğin kendi etrafında dönüp durması gibi dolaşıp dururken ölümün etrafında, durmak, dinlenmek, nefes almak yok. Bugün yok, yarın yok, düş yok, umut yok, Tanrı yok, aşk yok. Köpekler gibi yalnız öleceğiz." -Fatih Kaynak (karakalem)

19 Aralık 2009 Cumartesi

"Ben, kötü bir adam değildim; daha doğrusu, hiçbir şey olamadım ben: Ne aksi ne iyi, ne alçak ne namuslu, ne kahraman ne de korkak. Şimdi, kendi köşeme çekilmiş, akıllı olanların hayatta bir iş tutturamayacakları, tutturanların ise aptal oldukları gibi kin dolu ve saçma sapan avuntularla ömrümü geçiriyorum."


-Bazen ne kadar bencil olabiliyoruz değil mi?
-Constance'ın öleceğini ilk duyduğumda ona çok kızdım.
-"Bunu bana nasıl yaparsın?" diye düşündüm...
-"
Başka insanlara ihtiyaç duymanın benim için
ne kadar zor olduğunu biliyordun
."

16 Aralık 2009 Çarşamba

a dream within a dream

biz hiç çocuk olmamışız ki. rüya görmüşüz biz. sonra bi uyanmışız ki elimizde renkli midye kabukları yerine hep bunlar kalmış. kalp kırıklıkları kalmış. pişmanlıklar kalmış. elimizde cevabından korkulan bir sürü soru kalmış. aslında hayat bizi hep inmek zorunda olduğumuzdan bi sonraki durakta beklermiş. kendi kendini gerçekleştiren kehanetlerdenmişiz biz. adım adım en çok korktuğumuz şeye yaklaşırmışız. gerçi, çoğumuz bunları bilmezmiş. farkında olmak; bazılarımızın lanetiymiş. ne yazık ki, onlar ne yaparsa yapsın düzelmezlermiş. sık sık, uzun zaman önce gördükleri rüyayı düşünür; bir akşam hüzünlü bir şarkıyla, puff! diye moleküllerine ayrılırlarmış. öylece havaya karışır, kaybolurlarmış.

15 Aralık 2009 Salı

"throw me a dream please, it's been a dreamless sleep
for such a long time, such a long time"

9 Aralık 2009 Çarşamba

"Bugün öğleden sonra saat ikiden itibaren eşyayı suçlamaya başladım. Önce üzerinden kalkmadığım divan-yatak suçlandı. Sonra tavan ve en sonunda banyo-tuvalet. Bütün düşüncelerimi emip bitirmekle suçluyorum sizleri. Bütün hayallerimi sömürdünüz, gene de doymadınız. Büyük ve güzel şeyler yaratmama yardımcı olmadınız. Büyük bir sağırlıkla, kahredici bir dilsizlikle sustunuz güzelliklere. Geri istiyorum hapsettiğiniz duygularımı, düşüncelerimi. Hepinizi mahkemeye veriyorum: tahliye davası açıyorum. Ne diyorsunuz? Bize bir şey vermedin mi diyorsunuz? Ne yapmışım? Duyulmuyor, hızlı söyleyin. Gülerim saçmalarınıza. Hiçbir güzellik vermemişim onlara. Tavan diyor ki gözler ile benim köşelerimi birleştirdin sadece. Köşegenlerimin kesim noktasının elektrik kordonuna uzaklığını hesapladın. Banyodaki fayansları da, saymışım sadece. Yarım fayansları çıkarmışım, ikiye bölmüşüm... Ben... ben Kant gibi düşünmek istiyordum. Kelimelerle uğraşıyordum ayrıca. Evet, diyorlar hep bir olup: kelimelerle uğraştın. Kelimeleri bölüp durdun: eisen-stein, demir-taş; ein-stein, tek-taş; victor-mature, muzaffer-kâmil. Bunlarla geçirdin vaktini. Önsözler okudun hayalinde: bize yeni bir şey öğretmedin. Kaybettin. Mahkemeyi de mi kaybettim? Mahkemeyi de kaybettin. Mahkeme masrafları, ücreti vekalet filan da mı bana yıkıldı? Hepsi sana yıkıldı. Ben mahkemede sevimli görüneceğimi sanıyordum, benim bu kadar kayıp içinde olmamdan utanırlar da beni daha çok severler sanıyordum. Aldanıyorsun. Burası mahkeme: düşkünler yurdu değil. Sakın kıyameti koparmaya kalkma: mahkemenin manevi şahsiyetine hakaretten de mahkum olursun.

Bir insan eşyayı da suçlayamazsa, divana istediği gibi bir tekme atamazsa insanlığı nerede kalır? Eşya da isyan eder mi insana? İnsan mahkemelerinde eşyalar davayı kazanır mı?"

8 Aralık 2009 Salı

bazen yazdıklarıma bakıp bu da yazılır mı be, yuh diyorum kendime. fotoğrafın kendisine değil de negatifine bakıyormuşum ısrarla gibi geliyor. çabalıyor uğraşıyor gibiyim bazen, sırf bir şeylerin kötü gittiğini düşünmek için, mutsuz olmak için.. belki olduğum kadar olmayı kabullenemiyorum, bilmiyorum, "şöyle olsaydı farklı olurdu"lar belki beni farkında olmadan rahatlatıyor, temize çıkarıyor.. hiçbir fikrim yok aslında. kendimi anlamaktan uzun süre önce vazgeçtim.

bazen de böyle oluyor. içimde bir şeyler yoğunlaşıyor, içimde yağmur doluya çeviriyor ve ben altında tek başıma beklerken, yazdığım ya da yaptığım ya da söylediğim hiçbir şeyi garipseyemiyorum.. beni nasıl gösterdikleri, kendimi nasıl da küçültüp ufacık ve savunmasız bırakabildiğim bile umrumda olmuyor.. kocaman bir dalga alıp götürüyor beni ve kontrol edemeden yönümü, yerimi; kıyıya vurmayı bekliyorum. içimde bir şeylerin daha ölmesini..

kim olduğumdan utanmam gerekir, diyorum bazen.. çünkü hayatta en çok nefret ettiğim şeye dönüşüyorum ben.. aciz birine.. düşünüyorum. adı masum bir "yardım almak"sa gerçekten, gidip almalıyım belki, vücuduma kimyasalları dayayıp iyi hissetmeliyim. yanlış mı? peki nedir doğru olan? sonunda saçma sapan ilaçlara muhtaç hale gelmek mi yoksa bu berbat duyguyla yaşamaya çalışmak mı, zevk alamadığım her saniyesi için kendimi suçlayarak? tek bildiğim, sorunun düşündüğümden çok daha büyük olduğu ve artık bütün hayatıma yayıldığı.. kimseye anlatamadığım, kocaman bir kara delik. hayatımın tam orta yerinde duran ve bütün güzel şeyleri yutan..

bir insan kendine güvenmemeye nasıl başlar? bir sonraki depremde yıkılacağını bildiğin bir evde oturmak gibi.. tek farkı içinden çıkmanın imkansız oluşu.

çok yoruldum..

5 Aralık 2009 Cumartesi

yürüyorduk. çantamı karıştırıp kitabımın arasındaki küçük not kağıdını buldum, nietzsche'ye ait bir şeylerdi sanırım ona okuduğum. anlamasını istediğim bir şeyler vardı, tek başıma kurduğum cümlelerle bir türlü anlatamadığım şeyler. "o kadar mutsuzum ki hayatımda bundan başka hiçbir şeye odaklanamıyorum artık" dedim. sustuk. devam etmek için aklıma gelen cümlelerin hepsi birer saçmalıktı. yürürken kaldırım taşlarının ayaklarımın altında kayışını izliyordum -bunu onunlayken sık yapardım. sonra hafifçe güldü: "tabii, mutsuzluk bir iştir". kafamı kaldırıp ona baktım, dalga mı geçiyor diye. bana, söylediklerimle dalga geçemeyecek kadar benzediğini çok sonra anladım. haklıydı. mutsuzluk ciddi bir işti ve benim işim gücüm mutsuzluktu.

30 Kasım 2009 Pazartesi

bayram

her zamanki gibi sabah erkenden kalkış, köye gidiş. ilk defa kuzenlerim bayram namazına gitmek yerine uyuyor diye komikçe söylenen sesin yokluğu, ilk defa eksik yapılan geleneksel bayram kahvaltısı. bayramlaşırken herkeste, en çok babannemde dile getirilemeyen o burukluk, ilk defa öperken yanağımı gıdıklayan sakalları özlemek.. çocuk gibi hissedememek.. ilk defa bayram harçlığının azlığı üzerine şaka yapılmaması, gülüşünün hiç duyulmayışı.. durduk yere bir sürü şey hatırlamak, her önünden geçişte gözlerin sürekli vitrindeki fotoğrafına ilişmesi. diğer odadan konuşma sesleri gelirken sürekli şimdi o da söze girecekmiş hissi.. ilk defa köyün o şimdiye kadar hep ürkütücü bulduğum ve göz ucuyla bakıp geçtiğim mezarlığına gitmek.. toprağına çiçekler ekmek, onları sulamak.. orayı artık benimsemek, sevmek.. amcamın bi sigara yakması, sonra bi an gelip hepimizin susması, sessizce çiçeklere bakması.. babannemin uzağa bi köşeye çekilmiş dua etmesi.. ve yavaş yavaş artık dönmeyeceği fikrine alışmak.. işte böyleydi.

24 Kasım 2009 Salı

en iyi arkadaş yoktur

şimdi ben kafamı "en iyi arkadaş" kavramıyla bozmuş durumdaydım. aslında çok saçma illa ki hayatta o sıfatın karşılığını aramak, çünkü bu kadar üstüne düşülen, abartılan, büyütülen şeyler genelde yanılsamadan öteye gitmez biliyorum. ya da öbür türlüsüne ben rastlamadım. ya da rastladığımı sanıp bi daha yanıldım. öyle bi şeyler oldu. neyse, bahsettiğim kişilerle ilgili şöyle durumlar olageldi:

1. en iyi arkadaşım en çılgınından bir mutasyon geçirdi ve hayatımdan bi anda çıktı. ben de uzunca bi süre bunu kabul edemedim ve mantıksız davrandım, ama artık bitti.. valla bitti, hatta bak numarasını da silcem şimdi, hehe.. şu anda hakkında "onun için üzülmeye değmez" cümlesini kendimden emin bi şekilde kullanabileceğim tek şahıs da odur heralde hayatımda. ama napsın yazık işte aklı bilemiyo ki onun. ay bilkentli sonuçtaaa!

2. en iyi arkadaşım beni açık açık sallamadı, sallamıyor. gayet açık bi olay. ama sanırım ben de onu sallamamaya başlamışım, bu kez pek üzülmedim tavırlarına. buna üzülmeli miyim acaba? bi ara üzüleyim ben buna.

3. en iyi arkadaşımın en iyi arkadaşı olamadım. evet bi de böyle bi şey var.. çok adaletsiz bi durum bence.. çünkü net olarak görüyorsun ki o hayatta senden daha şanslı olmuş, senden az yalnız kalacak; ve seni yalnız bırakacak. senin ona anlattıklarını dinleyecek ama o ilk başkasına anlatmayı tercih edecek. sen aradığında cevaplayacak, ama ilk başkasını aramayı tercih edecek.. hoş değil. insana kendini küçük hissettirir. öyle en iyi arkadaş olmaz o yüzden. bu da böyle çelişkili paradokslu değişik bi şey oldu, neyse..

4. en iyi arkadaşımla tam olarak en iyi arkadaş olmadığımızı fark ettim. çünkü birlikte vakit geçirirken çok gülsek de sanki bazen garip bi şekilde geriliyoruz, farkında olmadan birbirimizi yenmeye çalışıyoruz. ya da böyle bi şey yok ben uyduruyorum fesatlığımdan. bilemem. mesela onunla oturup şu saçmalıkları konuşamam, ilişkimiz somuttur, onu bilirim. ama bir gerçek varsa aralarında güvenimi boşa çıkarmamış tek kişi de budur.

5. en iyi arkadaşım kandırmacalı, oyunlu moyunlu bişey, hehe, aslında en bi eğlencelisi. bulmaca gibi, zihin açıcı. sorun şu ki, o kadar çok yalanına şahit oldum ki gerekli veya gereksiz, ona inanmak dünyanın en saçma şeyi olurdu şu saatten sonra.

eveeet. böyle şeyler işte. daha uzardı da bu insanların hiçbiri benim en iyi arkadaşım falan değil tabi ki o yüzden daha fazla bokunu çıkarmıyım. sadece belli dönemlerde kendimi en yakın bulduğum insanlar olsa olsa. o kadar.

ne saçma bi yazı oldu dimi? bikbikbik tekrarladıktan sonra "en iyi arkadaş"ın gözümde anlamsız bir sıfat tamlamasına dönüşmesinden öte, hiçbi yere de varamadı. o değil de insanlar en son ilkokulda arkadaşlarını takıyordu heralde, ben hala nerelerdeyim. hakkaten..

20 Kasım 2009 Cuma

sayıklamak serbest

çocuklardan nefret ettiğim ölçüde*, ya da çocukları sevmediğim ölçüde diyeyim çok sert oldu, yaşlıları sevdiğimi fark ettim.. *tabii bikaçı hariç, mesela aklıma gelenlerden the fall'daki alexandria ve australia'daki little indian'ı ayrı tutabiliriz... ama insanların yaşlandıkça saflaşması, çocuklaşması, o keskin sınırlarının törpülenmesi çok garip ve hüzünlü şeyler. çocuklar bilmedikleri için saf, savunmasız; yaşlı insanlarsa bildikleri için.. gibi..

araba kullanmak baya zevkli bişeymiş.. yalnız kavşaktan sağa dönerken azcık geniş alsam hocanın hemen viyaklamasına gıcık oluyorum.. sanki seni görmedik, kalkarken vitesi takmayı unuttun resmen teyzecim daha dün. ayrıca direksiyonu kamyoncu gibi tutuyorsun. vurdum mu ben bi kere yüzüne?.

ney kursuna gitmek istedim. ilginçtir ki varmış, hem de bizim okulda, ama başlamış kaçırmışım.. üzüldüm ama yapacak birşey yok. sonra efsad'ın bu dönemki fotoğrafçılık seminerlerini de kaçırmışım. acilen yapacak birşeyler aradım ama yine bulamadım. mecburen aciliyeti erteledim. başka zaman acil olarak ararım artık. zaten sınav da geliyor. biri bana gitar öğretse ne güzel olurdu aslında..

36 numaralı otobüsü çok seviyorum.. sabahları bomboş oluyor böyle diğerleri tıklım tıklımken, nasıl güzel oluyor onu yakalamak.. zaten bi köyden geliyor, denk gelince sadece yerli kabilelerin ayak bastığı yağmur ormanlarını falan keşfetmiş gibi oluyorum. bi kere rengi bile farklı, farklı ne kelime bildiğin turuncu, otobüsün komik şirin arası bi duruşu var. bugün de direksiyon dersinden çıkıp daha önce hiç bulunmadığım biyerden eve nasıl döneceğimi düşünürken imdadıma yetişiverdi sağolsun. hiç yüzüstü bırakmaz bu 36. her zaman benim için boş da bi koltuğu olur.

işte böyle... sıkıntıdan ne yapacağımı ne saçmalayacağımı şaşırdım, halbuki oturup ders çalışsam ne güzel olurdu di mi? hiç aklıma gelmiş miydi bak..

neyse. şimdi gidip yatacağım. rüyamda görmek istediğim şeyleri tasarlarken uyuyakalacağım. sonra uyanabilirim tabii ama o kısım sıkıcı..

18 Kasım 2009 Çarşamba

the sun sets on the war, the day breaks and everything is new...

aslında sözün özü, bok gibiyim.

ruhumu emmişler gibi.

biliyorum hakkım yok, böyle olmamalıyım, güçlü olmalıyım...

ama nasıl?

dedem gitti.

düşünüyorum da belki de beni hiç yargılamadan seven tek insandı hayatımdaki.. kendimi açıklamaya gerek duymadan koşabileceğim tek insan..

sanki bir umut, bir inat toprağa bağlandığım, tutunduğum köklerim kopuyor gibi oldu şu bir kaç gündür... sanki artık çürüyecekmişim gibi, susuz, besinsiz..

ve üzerinden biraz daha zaman geçince herşeyin monotona geri döneceği gerçeğiyse canımı hepsinden çok yakıyor. şimdiden başladı bile..

hayat durdu, belli bi süreliğine pause'a alındı herşey ama şimdi saatler tıkır tıkır işlemeye devam ediyor. sabah kalkıp işe-okula yetişmeye çalışan insanların arasına karışıyoruz.. karışmalıyız.. sanki hiç acı çekmezmişiz gibi suratlarımızda her günkü sıradan ifadeyle. oysa eksildik.

alışmak garip şey; hem lanetimiz, hem de kaçışımız, kurtarıcımız..

ve bütün bu çelişkiler başımı döndürüyor... çünkü öyle bir noktaya geldim ki, artık hayat hakkında, hayatım hakkında herhangi bir yargıya varamıyorum.. "saçma" diyebiliyorum yalnızca. saçma.

şimdi nasıl olacak, nasıl yapacağız onu da bilmiyorum. beni ben yapan şeyler vardı hani, gözlerimi kapatınca beliren görüntüler, onların çoğunun anlamı kalmadı artık. hayatımdaki koca bir gerçeklik daha, hayal ürününe, anıya dönüştü.

kocaman kalabalık bolca gülen bir aileydik biz ve onsuz canlandıramıyorum kafamda..

hayat çok boktan edebiyatı yapmak istemesem de, mecbur kalıyorum. can sıkıcı olduğumun farkındayım sadece kendimi ifade etmek için başka cümleler bulamıyorum. eskiden en azından yaşadıklarımla dalga geçip gülebilirdim, şimdi o kadar yalnızım ki bunu da yapamıyorum..

olmuyor..

her şey yavan, her şey yanlış geliyor.

genelgeçer bir doğrum olamadığını söylemişken bunları düşünmem de ilginç değil mi.. mantıksız davranıyorum yine.. buraya yazmakla yaptığım gibi.

bişeyler yapmalı artık.. saçmalamayı bırakmalı, büyümeli artık...

başka biri olmalı.. beklemeyen, beklemekle harcamayan biri..

10 Kasım 2009 Salı

ne dersin; hadi biraz bunalım yapalım, depresyon yapalım, intihar eğilimi doruklara çıksın, bi kez daha aşırı dozda yalnızlık alalım, indirelim perdeleri açmayalım, kapıları kilitleyelim, evdeki bütün aynaları tuzla buz edelim, biraz kan da dökelim ki gerçeklik versin sahneye, sonra susturalım her şeyi - sessizlikteki o garip huzuru bulalım, mazoşizmimizle barışalım.

başka ne yapacaktık.

*artık kendinden bahsetmeyi göze alamadığını fark etmekten daha kötü bir şey varsa, o da çoktandır karşıda seni dinleyecek kimsenin olmaması.

7 Kasım 2009 Cumartesi

inkar, isyan, pazarlık, depresyon, kabullenme - bum?

haven't had a dream in a long time
see, the life i've had
can make a good man turn bad


yazık bir haldeyim. yapacak bir şey yok. durum bu. en azından inkar ve isyan kısımlarını başarıyla tamamladım, sıra pazarlıkta. intihar öncesi aşamalar. evet tabii..

hayatımı düşününce üşüyorum. o kadar tenha, o kadar sessiz ki, hayatım öyle boş ki bütün koşuşturmacanın ötesinde. kabul ediyorum, suçu başkalarına atarak kolaya kaçtım hep, hiçbir şeyin istediğim gibi olmamasındaki asıl sorumlu elbette ben olmalıyım. sadece, elimden bir şey gelmiyor. çok sıkıldım, ufkun darlığından, konuştuğum insanlardan, ulaşamamaktan, her seferinde fazla güveniyor olmaktan, üzgün olmaktan, alışmaktan.. günah çıkarmak için bir yol aramaktan, yazmaktan.. aynı şeyleri yazmaktan..

onu özlerken bir anlamı vardı. şimdi hiçbir şeyin anlamı yok. pişmanlıklarım bile eskidi, yaşamıyor gibiyim, hissetmiyor gibiyim. her şey ters gidiyor, ama sadece derimi sıyırıp geçiyorlar. yaşama yönelik algılarımı kaybediyorum. şimdi koca bir boşluk, başka da bir şey yok.

31 Ekim 2009 Cumartesi

doldurun ıhlamur bardağımı, eksilmesin!

off hastayım ya ben. domuz gribi mi oldum nedir. anneeee!

keşke bi görünüp bi kaybolmasan sen de. bak ölücem gidicem haberin yok. önemsediğim insanların sadece mutsuz olduklarında beni hatırlamaları-aramaları ne kadar ironik bi şey dimi? benim mutlu olabilmem için birilerinin üzülmesi falan gerekiyor önce..

ya da mesele hiçbir şeyin "sandığım kadar" olmayışı.. var böyle bi ihtimal, tabii. ama şu noktada pek de önemi kalmadı, artık o kadar umursamıyorum sanırım. çok takıldım kelimelere, oysa sadece içi boş laflardı onlar. artık lazım değiller. olmamalılar.

neyse. hastayım diye eve tıkıldım ya, ondan yine böyle saçma sapan düşüncelere sardım. kişinin kendini bilmesi de böyle hoş bi şey işte.

okula gitmiyorum, kimseyi görmüyorum, porcupine tree albümlerini hatmediyorum, eski filmleri izleyip nostalji yapıyorum, ıhlamurun tadını sevmeye başlıyorum, uyuyorum, çok uyuyorum..

bu ara böyle. çok da fena sayılmazmış aslında.

25 Ekim 2009 Pazar

diyorum ki

değişelim artık biraz. mesela işe pazartesiyi düşünerek pazarları mahvetmemekle başlayalım.

değişmeye burdan başlayalım.

29 Eylül 2009 Salı

my ship isn't pretty

sanırım oldukça boktan bir hayatım var. sanırım derken; bunu sırf kelimenin hafifletici özelliğinden dolayı kullanıyorum aslında. yoksa son derece eminim (hehe, aslında bu yaptığım da oldukça boktan). bütün her şey bi de "uyuşturucu" gibi arkadaşlarla birleşince, gerçekten içinden çıkılamaz bir hal alıyor olay. arkadaşlarım uyuşturucu gibi, şu yüzden; bana kendimi iyi hissettirebiliyorlar, fakat ertesinde çok acı bir şekilde yüzüme vuruyor ki bana zarar veriyorlar, ve onları sevmiyorum. onları sevmek için bir neden arıyor, bulamıyorum. çok boktan. hakikaten... galiba başka arkadaş edinecek enerjim olmadığı için takılıyorum öyle hala, bir de "şu kadar yıldan beri tanışıyoruz, arkadaşlığımız eskiye dayanıyor" saçmalıkları var. ama herkesin bildiği de bir şey var ki ben onlar gibi değilim... denemedim değil, sadece olmuyor işte.

yani kısacası, mutsuzum, mutsuzum, mutsuzum... şu günlerde hayatımda yolunda giden hiçbir şey yokmuş gibi. -muş gibi derken, bunu da sırf hafifletici olduğundan söylüyorum. favori kelimelerim bunlar hep işte. yoksa gibisi mibisi kalmadı. böyle bunalım takılmaktan da çok sıkıldım, ne yapmalı bilmiyorum. yorgunum. hem de çok yorgunum be...

arayan soran da yok. buralar sessizlikten, yalnızlıktan geçilmiyor.

27 Eylül 2009 Pazar

bir kalıp çikolata ve yalnızlık

çok yalnızım işte ben... dünyanın en ücra, en ıssız noktası bu oda olmalı.

daha ne diyeyim.

bir de en son ne zaman mutlu olduğumu hatırlayamamak gibi bir problemim var. ama çikolatam bitmeseydi gerçekten çok yaklaşmıştım.

23 Eylül 2009 Çarşamba

sanırım, sadece senin burda olmayışın; evrendeki müthiş kaosa neden olan. zincirleme reaksiyonlar hepsi biliyorsun. bunun için suçluluk duyman gerekir. zavallı hayatım için biraz üzülmen gerekir.

14 Eylül 2009 Pazartesi

sigara içenler genç yaşta ölür.

ellerimi kokluyorum. ellerim, saçlarım, üstüm başım fena halde sigara kokuyor. bir klişe olarak, hayatıma bir perdenin arkasından bakıyorum. sigara dumanıyla hayatımdaki çarpıklıkları örtüyorum. görmemek istiyorum. bilmemek. "cahillik mutluluktur" lafına inanasım geliyor. çimlerin üzerinde yuvarlanan o köpek gibi, denizin üzerinde süzülen martı gibi, basit ve yalın bir hayat hayal ediyorum. biz insanoğulları akıllı yaratıklarmışız, düşünebiliyor oluşumuz bir mucizeymiş. peki mutlu olamıyorsam bunların bana ne yararı var? hayatımız boyunca düşünüşümüz bir şeyleri basitleştirmek uğruna değil mi ki zaten? minimalist yaşamak istiyorum. annem gibi değil, annemin gülüşü gibi yaşamak istiyorum... her şeyin gün gibi ortada olduğu, şeffaf bir şey düşünüyorum. o şeye bir türlü ulaşamıyorum. "niye hep mutsuz görünüyorsun böyle?"... anlamıyorlar. oraya ait olmadığımı hissedebiliyor, ama anlam veremiyorlar. anlamadıklarını bildikçe de ben anlatamıyorum. artık hissettiklerimi ifade etme yeteneğimi de kaybediyorum, dahası, yalnızca denemekten bile vazgeçiyorum. çok hissederken tek olmak, yalnız olmak korkunç bir şey oysa. hissettiğinin iyi ya da kötü olması fark etmez. buna rağmen kendimi anlatmaya çabalamıyorum bile çoklukla. konuşasım yok, gördükleri ben değil bir başkası çünkü. mutsuzluktan çirkinleşiyor gibiyim, mutsuz ve güzel bir kadın arıyorum hafızamda, bulamıyorum. içimde bir şeylere yazık oluyor, avcumdan kum akar gibi bir şeyler yitiriyorum. aklımdaki güzel görüntüler biraz daha siliniyor, renkler artık seçilmiyor. cevapsız sorularım güçlerinin son haddinde bağırırken, ben, susuyorum. bir şeyler ters gidiyor. hayatı beklemekle özdeşleşmiş bana şaka olsun diye, zaman durmuyor da tersine akıyor. işte o zaman duman solumak istiyorum. yine son derece sigara kokuyorum.